Toplu mezarlıklara gömülen evvellerimin kaderi benim de kaderim olmasın diye doğduğum topraklardan alıp başımı uzaklara gittiğimde henüz ergen bir çocuktum. Gençliğimi çarmıha geren, alnıma ilk çizgileri düşüren kara bir kentte dünyaya geldi oğlum. Benim yaşadıklarımı yaşamasın diye küçük yaşta onu başka bir ülkeye götürdüm. Bambaşka bir müfredatla büyüdüğü, tercihlerini belirlediği, üniversitelerini okuduğu, vatandaşı olduğu ikinci ülkemizde hayat sürerken O, ben gurbetimi gezdirdim kendimle. On yedi yıl aradan sonra üzerinde nesil barındırmayan ata topraklarını oğlumla birlikte ziyarete gittiğimizde kendisine dedim:
“Oğul, her felakete aralık duran bu avarız coğrafyada, her an tetikte durmalısın. Bu yerin kendinde barındırdığı zelzeleyi köpeklerden önce sezen bir hissiyat göstermelisin! Bura toprağının her an ayağının altından kayabileceğini akıldan çıkarmamalısın!”
O dönüp bana,
Baba sen bastığın yere dikkat et, ben izinden yürürüm” dedi.
Gördük ki toprak iz tutmuyor. Küllendikçe harlanan bir yangın yerinden geçiyor gibiydik. Kızgındı toprak, göçüktü kendi içine. İçin için inliyordu dağ taş. Viraneler üstünde hoyrat yeller esiyordu. Hiç durmadan savruluyor kül. Savrulanın kül değil, tarih olduğunu; tarih değil, küle karışanların hatıraları olduğunu ve bu mülhem dili anlayan kimselerin kalmadığını düşündüm. O zaman anladım ki:
yıkık bir köprüyüm ben
babam ve oğlum arasında
akıp giden suyun bir yakasında babam
diğer yakasında oğlum
uzaklaşıyorlardı benden ayrı iki ayrı yöne
Emirali Yağan