Yaprakların dallarından sarararak döküldüğü bu mevsimde, “Hay Dersim” dergisini çıkarmaya hazırlanıyor bir grup arkadaşım. Buharlaştırılan halkların yarasını deşmeye, onların kültürlerini bu çağa taşımaya soyunmuşlar. Zor bir işi seçmişler.
Benden de yazı istediler. Çetindir halkların yaşadıkları acıları yeniden gündeme getirmek. Bu acılar elbette sadece Dersim ve coğrafyamıza ait bir meseleyle ibaret değildir.
İnsanoğlu iki ayağının üzerine dikildiği günden bu yana, yürüdü. Yürürken irdeledi, anlamaya çalıştı. Yer edinme, mülk sahibi olma uğruna öldü, öldürdü. Durmadı yürüdü, yürüdükçe büyük keşifler yaptı. İnsanlık, zamanla ardında iz bırakmaya başladı. Yazı yazmaya başladığında geleceğe önemli notlar düştü. Yürüyerek irdeleyen insanoğlunun harfleri bulması yaptığı devrimlerin en büyüğüdür diyebiliriz. Geçmiş kalıntıların bulunup incelenmesi, nerede nasıl bir yaşam olduğunun insanoğlunun farklı çizimleri, sembolleri bırakması, dünyaya büyük hizmetler sunmuştur. Yazının icat edilmesiyle, bilimsel çalışmalar ve teknolojik gelişimin ilerlemesine ve tarihte yaşananlar yazı sayesinde yeni nesillerin öğrenmesine de vesile oldu.
Gerçi daha sonraki dönemlerde yaşananlarla gelecek nesillerin bu tarihten faydalanması zamanla olanaksız hale geldi. Devletlerin oluşmasıyla tarih, onların resmi politikaları doğrultusunda yazılmaya başladı. Bazı önemli hadiseler ise arşiv adı altında koca yüzyıl saklı tutulmaya başlandı. Böylece hadiselerin yaşandığı büyük keşiflerin tarihi yolculukları, tozlu raflarda saklanıldı. Bu saklı tarih, inkar edilen acılı halkların belleklerden silinmesi uğruna tutulan en önemli belgelerdi.
Yazı sayesinde öğreniyoruz göçler, işgaller, asimilasyon, katliam ve soykırımlar tarihini. Örnek verirsek bunlardan bazıları, Kızılderililer, Maya, İnka halkları, Aborjinler…vs. vs.
Büyük acıların yaşandığı her dönem farklı olduğu gibi imparatorluklar döneminde de, soykırımların aldığı özgün biçimler vardı. Örneğin; Amerika kıtasının övünerek “Keşfi” dedikleri meseleyi ciddi bir irdelemeye gidildiğinde bambaşka bir gerçek, tarih görmüş olacağız. Kristof kolomb’nun büyük bir keşifçi olduğu anlatılırken ama aynı zamanda işgal ve ilhakların birinci derecede de bayrağı olduğu belirtilmiyordu.
Okullarda tarih kitaplarında bu kıtaya ilk ayak basanların, yerli halklara yaptıkları yüzyıllar boyu manipüle edildi. Kıtaya çıkan beyaz ırkın yerli halklara yapılanlara, “medeniyet” adı altında sundular. Ancak gerçeğin böyle resmi tarihlerin yani devletlerin anlattıkları gibi olmadığını, keşiflerin hedef ve amaçlarının, esas niyetlerinin farklı olduğunu, kırıma uğrayan halkların aydın bakışlı kalemleri sayesinde bugün biliyoruz bütün bunları.
Amerika kıtasına çıkan beyaz ırkın amacı ve niyeti neydi; yerli halkların mallarına el koymak, karşı çıkan yerli halkları topluca katliamdan geçirmek, geriye kalanları terbiye etmekti. Nitekim bunun böyle olduğunu bugün bütün dünya halkları biliyor.
Bu durum kapitalizm şafağında ortaya çıkan uluslar döneminde ise aynı yöntemle devam etti, sadece biçimlerinin değiştiğini görmekteyiz. Bu kırımlar, kapitalist medeniyetin, planlanmış programlandırılmış, strateji ve taktiği oluşturulmuş bilinçli eylemleriydi.
Zira kapitalizmin ilk çıkışı tekçi bir iç pazarın birleştirilmesi ihtiyacı duymasındandı. Bu anlamda kendine entegre edemediklerini kırımdan geçirdi ki, bunda dönemin, burjuva aydınlanmacıların büyük rolleri vardı. Bu anlayış, Alman filozofu olan Immanuel Kant’a kadar uzanır.
Burjuva devlet anlayışında, kadın erkekten geridir, bazı halklar da barbardır, bazı halklar ise medeniyetle donanmışlardır. Yani, Kadın eksik, yeteneksiz, erkeğin yedek gücü olarak görülmesi, böylece Kadın erkeğin kölesi haline getirildi. Bu bakış açısı, başka bölgelerdeki halkların, “geri” olmasından ötürü, barbar olarak itham edildi. Bazı bölgelerde ise “ileri” olan ve adına medeni, yani ileri misyon yüklenen halklar ise efendi ilan edildi. Bu zihniyet beraberinde köle-efendi ilişkisini yarattı.
Aydınlanma çağında büyük rol oynayan bu filozoflar, çok kötü değillerdi. Tümünden reddedemeyiz ancak geçiş dönemlerinde edindikleri yanlış fikirlerin, bütün yüklerini birlikte taşımalarına ve bundan ötürü tarihin akışı içerisinde büyük tahribatların yaratılmasına vesile oldular.
Bir prototip olarak ailenin ve devletin ortaya çıkması da bu çerçevede tahakkümcü sınıflı toplum gerçeğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır ki, devlet denilen öge yine dönemin önemli filozları tarafından hatta filozof ustası olarak bilinen Hegel dahi kutsadı devleti.
Devlet olmadan olmaz diyordular. Bundan ötürü de geçmiş dönemin ve yaşadıkları o çağın hareketliliği, hızlı gelişen ve değişen dengelerden edindikleri yanlış fikirleri de beraberinde taşıdı bu filozoflar. Oysa devlet belli bir tarihsel dönemde ortaya çıkmıştı. Ne üzerine yükseldi bu zihniyet; aileyi ortaya çıkardı. Bu, biat etme kültürünü geliştirildi. Böylece, kadın “zayıf” görüldüğünden ötürü önce kadın köleleştirildi. Bu yanlış zihniyetlerin sonucunda yaratan ve üreten kadının özgürlüğü ellerinden alındı, büyük bir kırımın yaşanmasına vesile oldu. (Kadından söz etmişken, şunu belirtmekte fayda var; kadını öne almayan hiçbir topluluğun, halkların geleceği parlak olamaz, nihai özgürlüğünü de kazanamaz.)
Mesela, Otto von Bismarck, Alman birliği tartıştırınca, büyük imparatorluğunu kurmak amacıyla kılıç yoluyla yani zoru kullanarak gerçekleştirdi.
Fransa nüfusundan iki kat fazlası Afrika’da Fransızca konuşuyor. Bu durumu sıradan, gelişen halkların kendiliğinden bir kültürel kaynaşması, doğal asimilasyon olarak tarif edemeyiz. Cezayir’de, Fransız askerlerin, Setif ve Guelma bölgesinde yaptıkları katliamlarıyla ün yaptığını bilmeyen yok.
Keza, İtalya’nın Magna Grecia’nın oluşumu da böyle büyük kırımlar yaşamasa da, doğallığın akışı içerisinden de oluşmadığını, gelişmediğini de belirtmek gerekir. Bu ve bunlara benzer tarihsel olayların tümü, kırımı kendi içerisinde barındırmaktadır.
Bütün bunları, normal bir durum olarak tarihe not düşerek izah edemeyiz, bu büyük yanılgılara götürür bizi.
Çünkü, Hegel vb. filozofların izah ettikleri gibi doğası gereği, insanlar onlara göre yetenekli ve yeteneksiz olarak yönetici ve yönetilmeye muhtaç kategoriler olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonraki Avrupa merkezli burjuva aydınlanma pozitivizminden kopamayanlar, bunlara göre bu tarihin kaçılmaz bir kategorisiydi ve tabi, doğadan da örnekler veriyordular, doğal seleksiyon dedikleri, bu durumu Darwin’e kadar götürüp, güçlü ve zayıf ilişkisini kendi fikirlerine dayanak ettiler. Güçlü zayıfı içleştirmek ve entegre etmek durumunu işaret ediyordular. Bu bir burjuva aydınlanma pozitivizminden kopamamaktı.
Hatta, bu yanlış günahlar sadece o filozoflarla da kalmadı, dünya halklarının büyük ustaları Marks ve Engels’in dahi bu yanlış fikirlere bir dönem kapıldıklarını belirtelim.
Örneğin İngiliz emperyalizminin Hindistan’ı sömürgeleştirme ve işgal etme siyasetine rağmen İngiliz emperyalizminin siyasetini desteklediler. Nedeni ise, Hindistan’daki geri, uyuşuk toplumu, gelişen üretici güçler açısından yıktığı, proletarya için yeni bir gelecek yarattığı düşündeydiler. Bu düş, yanılgılarla kalmadığı gibi tarihe büyük bir sorun olarak kaldı. Gerçi bu ustalar daha sonraları bu yanlış fikirlerden arındılar ama geçmişteki fikirleri diğer ülkelerin devrimcileri açısından bir kambur olarak bıraktılar. Halen dünya sosyalist hareketlerinde bu düşünceyi doğru bulanlar var. Feodalizme göre kapitalizm ilericiliği temsil ediyor ve bu gelişmiş devletlerin geri ülkeleri dağıtması savunuluyordu.
Dünyanın birçok bölgesinde yaşananlardan kısaca bahsettik. Bu yaşananların benzeri bizim topraklarımızda da vardı. Bir de buna yani Anadolu’nun yakın tarihine göz atarsak, büyük buhranlar yaşayan dünya, birinci emperyalist paylaşım savaşında, can çekişen imparatorlukların yıkımına vesile oldu.
Anadolu’da, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu içerisinde o günün koşullarında İttihat ve Terakki’nin siyasi sahneye çıktığını görmekteyiz. İttihat ve Terakki tarafından yönlendirilen, Türk-ulus devlet stratejisi ortaya konuldu. Bu strateji çerçevesinde her şey programlaştırıldı.
Bu strateji, Anadolu’nun renkli mozaik halklarının buharlaştırılmasının temeliydi. Böylece ilk kırım, gayri Müslümlerden başladı. Amaç belliydi; Anadolu’yu Türkleştirmek. Gayri Müslümlerin o dönemki ekonomik avantajları talan edilerek, bir Türk burjuva sermaye birikimi yaratmakla işe koyuldular. Tıpkı, İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönemindeki gibi halkı savaşa sürmenin yegâne yöntemini uyguladılar: Gayri Müslimlerin malları helaldi, ganimetti.
Müslümanların savaş yoluyla gayri Müslümlerden ele geçirdikleri esir ve her türlü maldan pay alma hakkına sahipti savaşa katılanlar. Kadınların bu ganimette esas hedef olduklarını burada bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Erkekler öldürülüyor, kadınlar ise ganimet olarak kendi aralarında pay ediliyordu. Bu ganimetleri pay etme durumu, savaşa katılacak askerlerin büyük iştahlarını kabartmasına vesile oluyordu.
Keza bu ganimet anlayışı, savaşmak istemeyen ama aç olanların katılmak zorunda kalmasını neden oluyordu.
Yoksulluk içinde çile çeken insanların, öldürdükleri gayri Müslüm’ün üzerinde ne vardıysa el koyma hakkına sahipti.
Kendi iç dinamikleri içerisinde kabul etmek istemedikleri halklara karşı son derece planlanmış bir programdı Cumhuriyetin birkaç yıl öncesi. Tehcir yasasının devreye konulması bunun kanıtıdır.
Yeni Sevk ve İskân kanunu denen ve buna resmiyet kazandırdıkları kanunla, Anadolu’dan toplatılan Ermeni Halkı, Suriye’nin sıcak çöllerinde bu buharlaştırıldılar.
Tarihten kaçmak ve geçmişin üzerine bir sünger çekerek izler kaybettirmek sadece geçici bir süre için başarılı olabilir.
Gerçek tarih, canlı tanıkların yazdıkları anılar, sözlü yaptıkları anlatımlardır. Ben bunu önemsiyorum. Geride kalan resmi tarihtir ki, ona da, “arşiv” deniliyor. Arşivlerdeki mevcut tarihin Türk, Rus, Alman, İngiliz devletlerin tozlu raflarında saklandığı söylenilmekte. Gerçi çoğu açılmış, bunlar artık sadece halkları kandırmadan, manipülasyondan ibarettir.
Oysa tarihte önemli rol oynamış dönemin şahsiyetlerinin fikirlerine başvurmak daha önem arz etmektedir.
Tarih denen şey inişli çıkışlı ve de kanlıdır ve o dedikleri kanlı tarihi Paşaların, Diktatörlerin yazdıkları biyografik anılarında her şey aşikardır.
<strong>İttihat ve Terakki mimarlarının imparatorluğun son döneminde rol oynayan ve Cumhuriyet’in kurucularında yer alanları anlamak ve o dönemi ki devlet adamlarından bazı pasajlar aktararak tarihte yaşananlar daha iyi anlaşılacaktır. </strong>Birinci paylaşım savaşında Amerika Birleşik Devletleri büyükelçisi Henry Morgenthau günlüğünde Talat Paşa hakkında neler diyor:
“…Anadolu’nun hiçbir yerinde Ermeni kalmayacağını, onların ancak çölde (zor ve başka yerler) yapabileceklerini,” söyledi Talat Paşa.
“Büyük bir hata yapıyorsun” dedim ve cümlemi üç kez tekrarladım.
“Evet, hata olabilir.” dedi Talat Paşa.
“Lakin pişman olacağımızı zannetmiyorum.” dedi Talat Paşa.
Paşalardan aktarmaya devam edersek, Cemal Paşa, Ermeni soykırımı hakkında yıllar sonra sorulduğunda Talat Paşa’yı övgü ile anacaktı: “…Meşrutiyet’in ilanından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sonuna kadar beraberdik ve şefimdi. Çok vatanperver, kudretli ve mümtaz bir şahsiyetti. Kendilerinin memleket dışında hain bir Ermeni kurşunu ile şehit edildiği malumdur.” der.
Paşalardan aktarmaya devam edelim:
“… Tehcirden alıkonan bazı Ermenilerin, koruyucularına karşı reva gördükleri muameleleri delil ve vesikalarla medeniyet alemine arz etmeye ve Doğu vilayetleri üzerine çevrilmiş ihtiraslı gözleri hükümsüz bırakmak için çalışmaya karar veriyor.” (Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk)
Tehcir kelimesinin anlamını bugün bilmeyen yok. Kökeni Arapça’dan gelmektedir ve göç etmek, zoraki göç ettirmek anlamını taşımaktadır. M. Kemal’in Nutuk’ta da bahsettiği üzere tehciri uyguladıkları açıktır.
Cumhuriyet’in kurucularından İsmet Paşa, (İnönü’nün) 27 Nisan 1925’te Türk Ocağı Kongresi’ndeki konuşması da aynen şöyledir:
“Biz açıkça milliyetçiyiz ve milliyetçilik bizi birleştiren yegâne unsurdur. Türk çoğunluğunun yanında diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun, ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz…”
İşte buradan da anlaşılacağı üzere bu zihniyet katletmeyecek de ne yapacak? Türk olmayanın dışında ya herkes ölecek ya asimile ya da tehcir edilecek. Kürt, Laz, Ermeni, Kızılbaş, Çerkez, Arap, Ezidi, Keldani ve daha çoğaltacağımız onlarca Türk olmayan millet, suni olmayan inançlar yok olmak zorundaydı. İsmet İnönü, burada geçmiş tarihi bize açıkça anlatmaktadır. Anlayış ve zihniyet açıktır, ortadadır.
Bu yaşananlar üzerinden yüzyıl geçmesine rağmen dünyada olduğu gibi bizim topraklarda soykırımın değişik metotlarla devam ettiğini, hatta daha büyük ve kapsamlı kâr amaçlı soykırımlar zincirinin devam ettiğini dersek yerinde olacaktır. Bunlar tarihi, kültürel, doğa kıyımlarıyla sürüyor.
Bugün Dersim’de yapılmak istenilen barajların, HES ve değişik maden arama şirketlerinin çalışmalarının önlenemediği taktirde çağın en büyük kırımı yaşanacaktır. Engellenmediği taktirde bu ekolojik kırım sadece Dersim’i değil, bölgenin bütününü kapsayacaktır.
Son olarak; bugün güncel talepler ne olmalı sorusunu kendimize sormalıyız. Dersim, halkların ortak bir coğrafyasıdır. Dersim kendi vicdanı ile her daim hesaplaşan kültürel bir yapıya sahiptir. Dersim’de yaşayan toplumun inanç ve değişik ideolojik inançlarının felsefesine baktığımızda vicdan önemli yerde durmaktadır.
Dersim Urartuların, Ermenilerin, Zazaların, Kürtlerin, Türklerin yurdudur. Bende kalan izlenim ise Ermeni yurdu olmasıdır.
Dersim halkı, tarihsel haksızlığa uğrayan halkların çocuklarına kapılarını açacak kadar zengin bir kültüre ve anlayışa sahiptir. Dünyanın neresinde olursa olsun Dersim’e yerleşmek isteyen her bir insanın zenginlik olarak kabul edileceğini-edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Dersim halkı, bu konukseverliği yaptığı ve bunu başardığı taktirde halkların kardeşliğini muştulamış olacaktır. Koşulları olduğunda bunu da yaratacağı kanısındayım.
Dersim: Ermenilerin, Zazaların, Kırmançların, Kürtlerin, Türklerin, Çingenelerin ve benzeri halkların yurdudur.
<ol start=”6″>
<li>11.21-Kasım Koç</li>
</ol>