Fetih KOÇ
Acının dili, göz yaşın rengi yoktur. Üşümelerin tümü de çocuktur.
Bir mezar, koca bir ateş büyütüyormuş rahminde. Duvarlara çarparak durabilen, uğursuz sesler büyütüyormuş. Hızla derinleşen sinsi uğultular sardı etrafı. Ürkmüş yaprakların hışırtısına gömüldü göz yaşlar. Karanlığa koşuştu ölüler. Kiliseler, kutsal mekanlar, kutsal mekana asılı Meryem ananın tabloları tahirp edilerek döktüler duvarlardaki renkleri parça parça. Ermenice konuşan sesleri, sıcak gülüşleri ve nefesleri kovdular kadim ve kutsal topraklardan. Acının dili yoktu, toprağa düşüyordu sesizce acıların göz yaşları.
Çuhar kız gidenlere dikti gözlerini. Dişleri çenelerine kilitlenmiş çocuklar, ekmeksiz insanları, kül rengine dönmüş ihtiyarları, didişen serçe kuşlara öylece bakakalmıştı. Sonra başını öne düşürüp ağaçların altında sessiz kelimelerden dokunmuş renkli bir kilim ördü gidenlerin ardından. Saçları rüzgarada savrulan sonbahar yaprakları andırıyordu. Duyguları acılarla dolmuş toprağı dövüyordu. Toprağın üstünde yeniden filizlenip asırlara yayılıyordu acıları. Duyan ve gören yoktu. Göz yaşların rengi yoktu, üşümlerin tümü çocuktu Çuhar kızda.
Çuhar kız içinde esen rüzgarılı acılarla büyüdü. İnsanlığa dair güzel yerleri kutsal mekan eyledi. Jarlara dilek tuttu. Çeşmelerde su içti, insanlık için dualar etti. “Ne olur tanrım, ben acıların en katmerini yaşadım, benim dilimden konuşanları kovdular buralardan. Ölenler oldu, yollarda aç susuz kalanlar oldu, kurda kuşa yem olanlar oldu. Artık kimseye bu acıları yaşatırma tanırım. Tanrım; sana bu kutsal jaru-diyar topraklarından yalvarıyorum.” Kanadı kırık bir kuş gibi göge bakarak ağlıyordu insanlığa Çuhar.
*** *** ***
Yükselen bulutların içinden sis düşüyordu dağların üstüne. Sis bir perde gibi kaplıyordu tüm vadileri. Sisli ve pusatlı günler gidenlerin peşini bırakmıyordu. Yükselip yaklaşan uğultular sislerin arasında koşuşturan kirli insan sületleri, kutsal duvarları ve mezar talancıların leş kokan nefesleri yayılıyordu Zımeqın üstüne. Ermeni mezarları altan alta üşümeye başlamıştı. Soğuk cansız toprak altında yatan insan kemikleri yavaş yavaş sarmıştı. Ermeni kuşlar kendi acılarıyla didişiyordu. Kanatları kırık çırpınıyorlardı toprak altındaki acılara. Çuhar kadın tüm kötülere karşı çewres çımıda insanlığa dua okuyup niyaz dağıtıyordu Zımeqe.
1915-1916 Ermeni soykırımı ve 1938 Dersim soykırımı gören o topraklar bu sefer kendi yerlilerin talanına tanıklık ediyordu. Dilsiz acıların çığlığıyla dile gelmişti Pepuq kuşu. Pepuq kuşu yaşanan bu acıları Dersimin dağlarına, “Pepu, keko, kam kist, mı kist, kam sut, mı sut…” diye ağlayarak dile getiriyordu.. Pepuk kuşun bu ağıdı asırlardır dinmeyen bu acıların sesi olarak hala bu topraklarda yankılanıyor. Çuhar kadının acısını adeta dile getirmişti Pepuk kuşu. Çuhar kadını gibi kaçtane kadın vardı? Kaç tane insan kendini gizli tutuyordu? Bunlar hep cevapsız kaldı. Zira Ermeniyim demek kolay bir iş değildi. Ermeni demek aşağlayıcı bir terim ve söz olarak kazılmıştı insanların ruhuna ve beynine. Oysa Ermeniler o topraklarda en mahsunlarıydı. Hiç kimsenin canını yakmadılar, hiç kimsenin malınada el koymadılar. Ve hiç kimsenin mezarlarınıda talan etmediler. Kendi öz topraklarında her türlü vahşete, her türlü acılara maruz kalmışlardı.
*** *** ***
Zımeq ismindende anlaşıldığı gibi bir Ermeni isimdir. Zımeq de bir Ermeni köyüdür.
Her yönüyle talan edilen Ermeni kültürü, isimleride gerek korkudan gerekse zorunlıktan da değişmtirilmiş, kalanda kendiliğinde değişime uğramıştır.
1938 Dersim tertelesinde babasını kayıp ederken Çuhar kız beş yaşındaydı. Çuhar 1938 katliamı şöyle anlatıyordu “Zımeq ve diğer köylerden herkesi Hopike topladılar. Her tarafta silahlı askerler vardı. Biz çok korkuyorduk, bize kötü davranıyorlardı. Aniden silah sesleri patladı ve millet üst üste yıkıldı. Bağıranlar, kaçanlar vardı. Çok korkunçtu bu yaşadadıklarımız. Sonra, saatler sonra sağ kalanlar bir birine yardım etmeye başladılar. O sırada anne ve babamızı aradık. Annemizi bulduk, annemin yanında ablam ve iki abim, benden küçük, daha bir yaşında ve annemin kucağında olan kız kardeşim Meryam vardı. Sonra etrafımıza baktık, babamın dilsiz kız kardeşini gördüm. Dilsiz olan halamın oğlunu gördüm. Babamı sorduk, “görmedik” dediler. Günler sonra yaralı kurtulanlar babamın öldüğün söylediler.” Zira Zımeq ve Dersim halkıyla aynı kaderi paylaşan bu mahsun insanlar, daha sonra kendi kapı komuşu ve ikrar tuttukları insanların zulmüne de tanık olackaklardı. En acısıda buydu.
Elif ana’nın gerçek ismi Çuhar olduğunu kimse bilmiyordu. Lakin küçük kızken hala Çuhar ismile çağrılmaktaydı. Ermeni kilseleri, mezarlıkları talan edilmeye başlandığında Çuhar kızın yüreğinde kopan çığlığlık dağları yıkıp gitmişti. O çığlık Elif ananın yüreğinde gömülü kaldı ve kendisiyle birlikte hiç kimse duymadan göçüp gitti. Ataların ve akrabaların mezarlarında kemikleri altın ve hazine için toprak üzerine yayılmış ve Ermeni soykırımı bu sefer ölülerine yapılmaktaydı. Bu yağmalama çetesinin reisi olan Bego Elazığ paviyonlarında çalışan bir pavyoncuydu. Ermeni mezarlıklarını talan etmek için görevlendirilmişti. Görevi içinde kendi köyü Zımeq’e gelmişti. Pavyoncu Bego’nun oturdukları evde Ermenilerin konak eviydi. Zımeqdeki ermeni malları Abasan aşiretin Memedıç ve Hemedıç Ezbetleri kendi aralarında paylaşmışlardı. Değirmenleri de kendi hazinelerine geçirmiş çalıştırıyorlardı.
Ermenileri o topraklardan kovduktan sonra “gani nimet” olarak gördükleri mallarına el koyanlar bu sefer kilse ve mezarlarına gözlerini çevirmişlerdi. Mezarlara göz dikenler yürekleri kirli, gözleri kan çanağına bürünmüştü adeta. Bu korkutuyordu kalan mahsun Ermenileri. İşte burda başlıyor Elif ananın hikayesi. Çuhar kadın Elif oluyor korkudan. Kendi inanç ve göreneklerinide bırakıp zorunlu olarak Alevi inançlarına görede yaşamak zorunda kalıyor. Çuhar isminden Elif ismine iltica etmiş, bundan sonra ölene kadar herkes onu Elif olarak tanıyacak ve çağıracaktı.
Ermeni olmak artık suç ve tehlikeliydi o coğrafyada. Her şeylerini kayıp eden bu insanlar artık dayanacak güçleri olmadığı için, kendi öz topraklarını terk etmek zorundalardı. Bunu Çuhar kabul etmedi. Zımeq de kalmayı burda ölmeyi kabul ederek, ailesiyle çıkıp gitmedi. Ama Çuhar’ın şansı iyi gitti ve Zımeq’ın en merhemetli ve iyi insanıyla hayatını birleştirdi. Zımeq de evlendi. Dünyaya dört kız, dört erkek çocuk getirdi. Giden ailesini çok özlüyordu. Ama en çok küçük kız kardeşi Meryemi özlüyordu. Meryem için hergün göz yaşı döküyordu.
Elif ananın sırdaşı Sure ananın dışında hiç kimse bilmiyordu Elifin ilk ismi Çuhar olduğunu. Elif ananın acılarına, çığlığına ve dertlerine ortak olan Sure anada Elifi kardeş edinmişti.
Elif ana kardeşi Meriyem’in (Mayram) özlem ve hasretine dayanamıyordu. Sure anna Elif (Çuhar) bacısına söz verdi. “Çuhar bacı hamileyim, eğer kızım olursa Meryem adını verecem sana söz veriyorum.” Dedi. Ve gerçekten kızı oldu adınıda Meryem (Mayram) koydu.
Sure ana, şafak sökmeden yeni yürümeye başlayan kızı Mayramın elini tuttu Tape Pile gitti, Tape Pilin diyarından tüm Zımeq’ı görecek şekilde güneşin doğmasını bekledi. Kerten güneşin doğuşuyla kollarını açarak güneşi kolların arasına aldı ve başladı kardeş tuttuğu Çuhar (Elif) için dua etmeye.
“Koye sur üzerinden esen rüzgar; Zımeq’ın devasa ceviz ağaçlarında esen rüzgar; dere hegayda başlayan vadi Rebetle bütünleşen vadideki tarihi zenginliğini talan eden talancıları sustur. Toprağa akan mahsun tutkunun kanını dindir, köy yollarında çocuklarının cansız bedenlerini getiren anaların göz yaşlarına merhem ol, hazine kaçakçıların Ermeni mezarların talanına dur de, kaçakçıları ölüme ve katliama sürükleyen gücü parçala. Ey eserek ağıt yakan rüzgar bütün bunları yap bu mevsimde. Acının mekan tutuğu mağaraları dolduran sesleri dinle bu gece ve sonra al o sesleri Zımeqın kutsal akan o Çewres Çımı suyuna götür. Çewres Çımıya de ki; Hiç bir insanın başaramadığı şeyi, o başaracak, sevgi böyle bir şeydir ve Çuhar kardeşim (Elif) sevgiyi bu topraklarda ekecektir. Gün gelecek Çaruh’un sesi bu Zımeqın en merhemetli sesi olacaktır. ” Diyerek kızı Mayram’ın elini sıkıca tuttu Tape Pilden aşağı indi ve Tapı Gıçta yıkılıp talan edilen kilsenin kırık taşın üstünde Mreyem (Elif) için bir çıla yaktı, akan göz yaşların eşliğinde güzel dilekler tuttu.
O kadar çok bir birilerini seviyorlardıki, Sure ana ilk doğan kız çocuğuna Mayram isimini vererek Elif’in hasret duyduğu küçük kız kardeşi Meryem ismini yaşatırdı Zımeq’de. Meryem Xıristiyan ismi olduğu için buda ayrı bir tehlikeydi. Bundan dolayı Sure ve Elif ana Meryem isme en yakın olan ve kimsenin dikatine çekmeyen bir isimle Mayram olarak belirlediler. Mayram isminide Ermeni ve Xıristiyan ismidir diye devlet kabul etmeyerek, Mayram’ın kimlikte de Fidan olarak kayıt edildi. Devlet Fidan biliyor, Zımeq ise Mayram biliyor. Bu hala böyle devam ediyor. Acılar güneşin sıcaklığında kavruluyordu. İsimlerin yarasına tuz basılıp hecelenerek sızlıyordu göz yaşların en derinliklerinde. Korkuların sesizliğinde acılı yürekler kendini korumaya çalışıyordu.
Sesizlik, sonsuzluğun dilidir. Zaman, hiç bir yerde rüzgarsız bir vadinin içinde olduğu kadar ağır akmaz. Derin sesizlik, insanın üzerine büyük bir kudretle çöküyordu. Ne bir mehremet sesi işitiliyordu, nede bir Pepuk kuşun çığlığı. Koye Sur ve Barık dağı hüzün kesilmiş gibi bakıyordu. Güneş Kertin tepesinden çoktan doğmasına rağmen herkes derin bir uykudaydı.
*** *** ***
Dışarısıda ölüm sesizliğne bürünmüştü. Bir şarkıya akortsuz bir keman bir kavalın müziği, ayrıca kalabalığın ürperitici sesleri sesizliğe karışıyordu. Bu dahada korkutuyordu Elif anayı. Tüm Zımeqliler kazma ve kürekleriyle köyün meydanında toplanmış Ermeni mezarları nasıl kazıp, tahrip edip hazine çıkaracakların homurtuları kulağını patlatırcasına yankılanıyordu. Sesizce bir çeperin altına bürünmüş mezar talancıları izlemkteydi. Kalabalık Ermeni mezarlığın olduğu deri kilsi tarafına yönelmesiyle yüreğindeki sızı tarifsiz canını acıtığını hisediyordu. Ağlamaktan başka yapacak hiç bir eylemi yoktu Elif ananın. Ermeni mezarları kazıldıkça Elif ananın kalbide kazılıyordu. Acısı gözlerinden usul usul dökülüyordu, nefesi rüzgara karışıp fırtına oluyordu nankör sesizliğe.
Elif ananın yüreğinde Ermeni sesizliğin çığlığı gömülürken, Zımeqın semahlarına kültür ve mezar talancıların homurtuları o kadim topraklara hakim olmuştu. İnsanlık zamana yenik düşerken, barbarlık yeryüzüne hakim olmuş, gece karanlığı gibide güne kusuyorlardı. Elif ana acılarıyla sesizdi. Sesizlik yıkımla parçalandı. Yıkım, yıkımlı getiriyordu. Yıkım barbarlığın künyesine kazılıyordu. Merhemet yıkımcıların yanından hiç geçmiyordu. Yıkım ve talan künye olup boyunlarına sılıyordu barbarlığın.
Pavyoncu Begonun başı çektiği mezar çeteleri, Zımeqdeki Ermeni mezarlarını deşmeye başladılar. Altın uğruna, hazine uğruna koca bir mezarlık alanını günlerce kazıp talan ettiler. Bu çeteler Dersimin her yerine dadanmış adeta yeni bir vahşet yeni bir enkaz yaratıyorlardı yüreklerde. Daha kabuk bağlamayan Ermeni yaraları, yeni bir yara açmaktaydılar. Altın ve hazine uğruna talan ettikleri mezarlarda insan kemiklerinden başka bir şey çıkmıyordu. Bu dahada azgınlaştırıyordu mezar çetelerini.
Bego’nun başı çektiği mezar talancıların çetesi sinsice uğltuları yer altındaki insan kemiklerini sızlatmaya başlamıştı.Kiliseler yıkıldı, mezarlar tahrip edildi. Mezarlardan çıkan Ermeni kemiklerine Zımegliler ortalığa attılar. Altın hazinelerini bulmadıkları için Ermeni mezarlarına sövüp saydılar. Erkelerin gözü hazine bulmaktan başka hiç bir şey görmüyordu. Bego her şeyin başıydı. Çıkan insan kemikleri ortalığa yayılmış, köpekler insandan daha merhemetli çıkmıştıki hiç yanaşmadılar bu barbar talana. Zımeq kadınları gizlice çıkan insan kemiklerini toplayıp dere kilsenin alt tarafındaki dere kilside büyük bir çukur açıp oraya gömdüler.
Elif ana tüm bu vahşete ve barbarlığa rağman, merhemet ve sevgiyi ekmeye devam etti. Hiç yılmadı, kimseyide suçlamadı. Kine ve vahşet duygulara karşı sevgi ve merhemet duygularıyla karşılık verdi. Zımeq’lilere kirve tuttu, mısayıp oldu. Jarları tek tek ziyaret etti çıla yaktı. Niyaz verdi gulbang tuttu Zımeq’e. Geceleri, göz yaşlarını içine akıtarak ateşin önünde çocuklarına masal anlattı. Yaşanılanlar ise sanki bir masaldı tarihin belleğine kazılımış bir yara olarak bir nesilden bir nesile akıp gidiyordu tarihin bağrına.
Elif ana yıkım ve tarip edilen tüm insanlık için acıların içine atıyordu. Gün ağırmaya başlamıştı. Gümüş bır ışık oturmuş dağların ve ağaçların üzerine. Işık günle vedalaşıyordu. O gizemli koye sur dağın üstünde çoban yıldızı parlıyordu. Ay Rebetin üstündeki Ermeni dağının üstünde belirlemeye başlamıştı. Gece gök kubeyi dolduran yıldızlar bir bir düşüyordu.
“Bin yıl boyunca bir şairin düşlerinin çırpmasında ilerliyeceksin.” Diyordu Ermeni şair. Devamla “Sonra da ansızın doğacak, dünyanın ışığını göreceksin.”
Çuhar doğdu Elif olarak öldü. Çuhar bir kız çocuğun ışığı dolaşıyor hala o toprakların üzerinde.