"Enter"a basıp içeriğe geçin

AĞIR AH

“Yaşamak Ağır Bir Yüktür Var Olmak İse Ayak Diremek Yaşama!”

Yıllar içinde büyüyor insan, düşleri büyüyor, dünyası, sözcükleri… Ufukların kızıl-mavi sanrısına öykünüp bir dağı aşma kararı veriyor, sükûn adımlarla hiç kimseye değmeden yürüyüp gitmek gibi… Nereden bilecekti ki her dağın bir dili, acısı olduğunu? Kim anlatabilirdi sağır ve kör birine devrik cümlenin, devrilmiş dilindeki mecazı?

Orada uzakta bir ufkun puslanmış başını görüyorum Yerevan yolundan Ararat’ın. Dumanlı başı, yere inecek olan göğü ortasından ikiye bölecekmiş gibi bilenmiş, hazır bekleyen Ararat’ı. Eteklerinde kıyılmış bir halkın kuyulara atılmış cesetleri, beddua gibi yakasına yapışmış dumanıyla çığlık çığlığa kalmış Ararat’ı. Sonrası sağır sessizlik, ağır ah!

Yılların, günleri acıyla haftalara dönüştürürken, belirginleşmiş alın çizgilerinden öyküler dökülüyordu kulaklara; şömine başında anlatılanı masal sanarak duyan kulaklara. Daha düşecek, daha düşürülecektik. Horlanmış, fetvaya tutkal olmuş, garbe çalınmış bir yeni zaman nifakı olacaktık daha büyüyünce sözcüklerimiz. Kanayacak, içerimize damlayıp, düşecektik bir yılanın subaşında vurulması gibi. Olsundu. Yılların dönüştüğü asrın sonunda berraklaşan bulanık cümle akarını buldu, zira akaç tıkalı bir tünel! Şişmiş, göl olmuş, şişmiş dağ olmuş, şişmiş deniz olmuş bir akar.

Ardına düşülmüş bir kayıp öykünün tadıyla yollara gark olduğu sanılmasın masal dili. Bir dağın dibindeki köyünde vakf’olunan şarkının kentlerin kuytu, tekinsiz sokaklarında ez cümle dile gelmiş tınısı değildi. “Bir Milyon Beş Yüz Bin Bir” cümlesi okunduğunda kaçıncı şimşek çakmıştı zihnin derinliklerine? Kaçıncı kurşunun yıldırım kırımıydı? Kaç kırım, kaç uyku kaçırmıştı? Kaç kez çaresiz kalınıp susulmuştu? Kim bilir!

Natekin kentlerin “failsiz” ölüm saçtığı günlerin izdüşümünde yola düşenler, yolda düşenler de vardı. Ardılı oldukları, dostluk ve birliktelik şarkıları söyleyen ağızların tınıları. Mega kentin metruk sokaklarında hak arayan; öz arayan cesur yüreklerin öyküsü ivmelendi arkasından vurulan şarkının ardından. Yere ten düştü, can göklerde milyonlarca yıldız kümesine vardı. Ardına düşüldü kayıp sözcüğün. Hayat bir girdabın içinden fışkırıp, kımıltısız duran hecenin can damarı oldu, basiretle dile geldi, “Hay, Hay!”

Duvar diplerinde demlenen cümleler, çay bardaklarının dost şıngırtısı gibi iç açtı bir duvara iliştirilmiş taşın üzerine işlenen iz. Bilinmeliydi ki baykuş öten viranenin taşı koca bir günah gibi boynuna asılacaktı yıllar yılı. Mezarı yol yapılıp, kemikleri ortalığa saçılmış kentin hiçbir ferdi masum kalamaz sükûn durarak. Sunakları parçalanmış, duvarları sökülüp orta yere savrulmuş, mezarları kazmalanmış mazlumların sesi yaşlı ceviz ağaçlarının damarlarına dek ulaşmış; ulaşmamıştı kulaklara. “Hay, Hay!”

Gördüm, tahrip edilmiş dilin vahametini, beyinde patlayan balyoz gümbürtüsünü, aman dileyen “Hay, Hay” çığlığını. Gördüm bir eski duvarlı evin küflenmiş havasını. Orada, bisahip yerde yatan haçkarın üzerine not edilmiş bir eski yazıyı. Yüzlerce yıl önceden yola çıkmış sözcüklerin gözlerin içine içine baktığını gördüm. Hikâyesini dinledim. Nemlendi gök dünya, nemlendi yer dünya. Susamazdım. Susmadım. “Sahiplerinin kovulduğu dağ senin değildir” dedim dilime, içime.

Taşıdım. Ses taşıdım. Ararat’ın özlemini Munzur’a taşıdım Vartavar zamanı. Yıkık Vankların en özlediği yerinde çerağı yaktım aydınlansın diye ışık, ışığın silueti. Yeniden kurulsun diye atalarımın komşulukları, karanfiller bıraktım göğe yükselen dipsiz boşluklara. Gönlü şen, dili bülbül olsun diye dünyanın, dost sofrasına diz kırıp, öyküsünü taşıdım dağın, ormanın her bir ağacına, kaya dibine.

Şimdi sesimin yankılandığını duyuyorum bir boşluğun içinden. Dedim ya, yaşamak ağır bir yüktür, var olmak ise ayak diremek yaşama!

Serkan Sariataş

Paylaşmak İster misiniz?